Park halindeyken soğumaya çalışan bir otomobilin çıtırtıları zihnimin duvarlarına çarpıyor. Ayakkabılarımı çıkarıyorum. Parmak uçlarım soğuk kaplamadan sıcak asfalta geçmiş gibi huzur buluyor. Omuzlarıma oturan direksiyon ağrısını uzaklaştırmak için kollarımı her iki yana açıp gözlerimi kapattığımda ise tanıdık sesler beliriyor.
“Bazı ihtiyaçlar, bazı ihtiyaçlar gülümser…”
Yollara duyduğum ihtiyaç gülümsüyor, Alplerin sessiz bir köşesinde kalan otel odamda… Ben de gülümsüyorum, şarkının ezbere bildiğim kısımlarını gevşek gevşek mırıldanırken.
“Bazı ihtiyaçlar, bazı ihtiyaçlar gülümser…”
*
İlk günü Hahntennjoch Geçidi’ne ulaşmak için harcadım sayılır. Yaklaşık 70 km boyunca otobanda kaldım. Sonrasında Almanya ve Avusturya arasında uzanan Alp yolları üzerinden sınırın öteki tarafına geçip buralara geldim. Tavanı olmayan bir otomobilin içinde, çoğu zaman güneşin altında ve yüksek hızlarda beş altı saat geçirmek, bendeki gibi antrenmansız bir bedeni doğal olarak helvaya dönüştürüyor. Olsun, nerede yandığımı soran eşe dosta ılık bir ‘Alaçatı canıms!’ cevabı vermek yerine, Alp Dağlarından bahsedeceğim için pek keyifliyim.
Otel odası darlamaya başlıyor. On dakika. Yirmi dakika. Belki yirmi beş dakika… Bir süre sonra kendimi yeniden direksiyonda buluyor ve güneş batmadan evvel geçidi keşfetmeye karar veriyorum. Masum bir keşiften fazlasına niyetim yoktu inanın. Söz konusu masum keşfin 15 km sonra frenlerimi akkora dönüştüreceğini nereden bilebilirdim?
Toplam uzunluğu yaklaşık 25 km olan Hahntennjoch Geçidi’ni Elmen’den Imst’e doğru geçmenizi öneririm. Bu yönü izlediğinizde yüksek çam ağaçları tarafından karşılanıyor ve birkaç tünelle karşılaşıyorsunuz. Bu tünellerden bazılarının dış duvarı yere paralel, ince uzun açıklıklar barındırıyor. Şansınız yaver giderse, güneşin bu açıklıklara vuruşuyla tünele süzülen ışık demetlerinin içinden geçerek aydınlığa erişebilirsiniz. Tünellerin bir başka güzelliği ise, otomobilin arkasında yer alan egzoz çıkışlarını kulaklarınıza yaklaştırıyor olmaları.
Geçidin ortasında yer alan otelimi geride bırakıyor ve doksanlı yılların Fransa Rallisi etaplarını anımsatan virajlar boyunca tırmanmaya başlıyorum. U virajlar çok hızlı S virajlara dönüşmeye başladığında, yüksek ağaçların yerini fundalıkların aldığını ve havanın hissedilir biçimde soğuduğunu fark ediyorum. Hahntennjoch Geçidi’nin en yüksek seviyesi olan 1903 metreye eriştiğimde ise fren pedalının kavrama noktası bir hayli aşağı inmiş oluyor.
Christina Hendricks’in dudaklarını birleştiren çizgiyi hatırlıyorum derin ve dev bir vadinin ortasındaki düzlüğü geçerken. Dudaklar geride kaldığında ise iki otomobilin zor sığacağı ‘bıdı bıdılı’ bölüm başlıyor. Sağımda neredeyse dik kayalıklar, solumda ise tahta bariyerler ile ikinci vitesin bandını ve frenleri huzursuz etmeyi sürdürüyorum. Pedal ağlamaya başlasa da, yamaçlara dökülmüş dev bir spagettiyi andıran kıvrımlar bütünündeki ‘keşfime’ ara vermeye yanaşmıyor, Imst için alçalmayı sürdürüyorum. İnişteki virajlar genişleyip hızlanıyor, otomobil hızlanıyor, sert frenajlarda zaman yavaşlıyor ama otomobil bir türlü yavaşlamıyor…
*
Abarth 124 Spider, bildiğiniz gibi, dördüncü nesil Mazda MX-5 ile platform kardeşi olan bir otomobil. Mazda’nın geleneksel yaklaşımına birazcık İtalyan sosu ekleyen Abarth, otomobilin birçok detayını daha sportif hale getirmiş. Gövde kiti, jantlar, koltuklar, egzoz, motor ve frenler…
Ah bu frenler.
Otomobilin 1.4 litrelik turbo beslemeli motoru 170 bg güç üretiyor ve 6.8 saniyede 100 km/s bandını aşmanızı sağlıyor. Bildiğiniz gibi, turbo beslemeli motorların tork bandı atmosferiklere kıyasla daha dardır. Dolayısıyla Hahntennjoch Geçidi gibi bol kıvrımlı bir sürüş ortamında kayda değer gaz tepkileri bulabilmek için motoru tork bandında tutmak gerekiyor ki bu noktada sol ayak freni büyük nimet. Spider’ın güzelce konumlandırılmış fren pedalı geçidin ortasına kadar her virajda büyük baskı görünce Brembo’lar şişmeye başlıyor. En yüksek noktayı görüp yeniden alçalmaya başladığımda ise virajların safına geçen motor yüzünden frenler daha da şişiyor ve otomobil Imst’e varamadan pes ediyor.
Durduğumda, diskinden fren merkezine kadar bütün parçaları ile ağlamaya başlayan Brembo’lara biraz bozulmuş olsam da belli etmiyor ve otomobili soğutarak dönüşe geçiyorum. Neyse ki Brembo’da bulamadığımı Bose’de bulup David Gilmour’un deneysel kayıtları sayesinde biraz olsun rahatlıyorum.
Otele vardığımda, 124’ü soğuma çabalarından kaynaklı çıtırtılar ile baş başa bırakıp odama çekiliyor ve tertemiz bir uykunun içine atlamadan evvel düşüncelere dalıyorum. Yarın sabah güneşle birlikte uyanıp geçide tekrar çıkacağım. Umarım Brembo’lar kafasına taş yemiş yaz tatili çocukları gibi bir kez daha ağlamaz…
*
Okura not: Yazının görsel açıdan dolu dolu olmadığının farkındayım fakat instagram profilimde (@issterzi) bu sürüş boyunca çekilmiş bolca fotoğraf ve video bulabilirsiniz.
Okura ikinci not: Okumaya kıymet veren insanlar görmek ne güzel. İyi ki varsınız.
*
SON
[Yazının birinci bölümünü okumak için buraya tıklayın!]
[İsmail’in birbirinden keyifli yazılarını okumak için kişisel blogunu mutlaka ziyaret edin!]