Testler

Koca Oğlan: Range Rover Sport 2.7 TDV6 HSE




Her şeyin küçüğü güzeldir.

Tamam, her şeyin olmasa da çoğunun.

Televizyonunuzu açın; özgün bir fikir bulunamadığı için bir yavru köpeğe ya da masmavi gözleriyle bir bebeğe sarılmış reklam filmi mutlaka oradadır.

Radikal, sayfa formatını küçültünce hakikaten de daha bir okunası olmadı mı?

Bir iPod Classic kullanırken mi görünmek istersiniz, yoksa Nano mu?

Kadınlara gelince… neyse, bu konuya girmesek daha iyi.

Ama otomobillere gelebiliriz. Belki tüm segmentler için değil ama mevzu arazi araçları olduğunda, bu genellemenin geçerliliği meydana çıkıyor.

Land Rover’ın git gide ufalan modelleriyle artan satışları arasındaki tek ilişki şüphesiz boyut değil – SUV’ların küçüğü aynı zamanda ucuzu da oluyor. Ancak şu da bir gerçek ki, tasarım aşamasında Victoria Beckham’a danışılan model asla bir Discovery olamazdı. O model, markanın yepyeni ufaklığı Evoque’tu.

Range Rover Sport’un dizaynına herhangi bir manken/şarkıcı katkıda bulunmadı. Tam olarak abisinin biraz daha genç, biraz daha sportmeni gibi görünen araç, tanıtımından bu yana geçen 7 senenin ardından artık biraz sıradan duruyor. Göz aşinalığının ve havalı kardeşi Evoque’un elbette bunda katkısı büyük.

İçine geçince (tırmanınca) bu tür otomobilleri kullanan insanlara empati yapmaya başlıyorsunuz. Özellikle kadınlar tarafından “diğer araçlara yukarıdan bakmanın verdiği güven” sebebiyle (laf aramızda, bu ihtiyaç bence psikolojik bir bozukluğa işaret) tercih edilen araba bana daha ziyade huzursuzluk verdi. Evoque’tan evvel bu “mini Range Rover”dı ancak hiçbir kritere göre mini değil ve cüssesi anayollarda olmasa da, sokak aralarında tam bir eziyet halini alıyor. Ancak boyutları haricinde yumuşak direksiyonu, ferah görüş açıları ve kısa dönüş çapıyla kullanımı rahat bir otomobil.

2007 model ve 130 bin kilometredeki bu RRS’u daha yakından incelemeye başlayınca, öncelikle plastik yoğunluğu göze batıyor. Gümüş renkli malzemelerin hemen hepsi plastik ve kalitesi vasat. Dışarıdan fazlasıyla sağlam izlenim veren aracın kabininde sağa sola tıklatınca tam tersi yönde bir intiba ediniyorsunuz. Çoğu araçta konsolun üstünde kullanılan yumuşak dokunun yerini de RRS’ta, genellikle torpido kapakları ve çevresinde karşılaştığımız taş gibi plastik almış. Çukurlardan geçerken sağdan soldan yükselen ve bir süre sonra ciddi anlamda rahatsızlık vermeye başlayan trim sesleri de malzeme kalitesinin bıraktığı olumsuz etkiyi perçinliyor.

Arka koltuğa geçince karşılaşılan monitörler ve eğlence sistemi yüzleri güldürse de bu boyutta bir araç için oldukça kısıtlı diz mesafesi hayal kırılığı yaratıyor. 958 litrelik devasa bagaj, çift bölmeli açılan kapağıyla da son derece kullanışlı ancak koltuklar düz olarak yatırılamıyor.

Bugün çoğu SUV’u, ki artık belli bir ebadın altındakiler “crossover” (ya da CUV) olarak nitelendiriliyor, önden çekişli olarak alabiliyorsunuz. Gün geçtikçe sadeleşen dört tekerlekten çekiş sistemlerinin ve eksilen arazi donanımlarının doğal bir uzantısı bu. Birkaç sene öncesine kadar önden çekişli bir Land Rover fikri akılların ucundan bile geçmezken bugün İngilizler Freelander’da bu seçeneği sunuyorlar.

Buna çok da şaşırmamak, hatta hak vermek gerek zira çoğu kullanıcı bu araçları araziye çıkarmıyor. Dolayısıyla bu donanımlar maliyeti ve ağırlığı artırmaktan başka bir işe yaramıyor. Ancak RRS için bu durum pek geçerli değil.

Discovery 3 şasisi üstüne inşa edilen RRS, diğer Range Rover’lardan tanıdığımız “Terrarin Response” sistemine sahip. Ön koltukların arasında yer alan kumanda aracılığıyla yürüyen aksam (çekiş kontrolü, süspansiyon, şanzıman, motor) zemin şartlarına uygun hale getirilebiliyor. Merkezi diferansiyelin elektronik olarak kilitlenme ve torku ihtiyaca göre dağıtma özellikleri bulunuyor. Ancak kurcalaması en zevkli olanı, yüksekliği ayarlanabilen havalı süspansiyonlar.

Yani RRS, berabarinde müşteri kitlesinin hemen hiç kullanma gereği duymayacağı ve ona üstün bir arazi kabiliyeti bahşeden bir dizi oyuncakla geliyor. Otobanda bu otomobil gerçekten anlamını yitiriyor ve yabancılaşıyor. Bu noktada da akla kocaman soru işaretleri takılıyor; kullanılmayacak şeye para vermek niye? Benzer meblağları orta-üst sınıf bir Alman sedana harcamak çok daha mantıklı geliyor.

“Yabancılaşma” kavramını biraz daha açalım. Sürüşün binek otomobillerdekinden başlıca farkı, diferansiyelin bozuk yollardan geçerken verdiği tepkiler. Basitçe, aracın önü ve arkası ayrı hareket ediyor. Bir kasise giriyorsunuz, ön taraf bir sağ-sol yapıyor, bu salınım tam sona ererken bu kez arka tekerlekler kasise giriyor ve gene bir dairesel hareket bu kez kuyrukta gerçekleşiyor. Sonuçta oldukça laçka, bütünlükten uzak bir sürüş ortaya çıkıyor. Bunun ötesinde, gerçek bir sürücü otomobilinin yaptığı gibi yola bağlamak değil, amacı tam tersi: Sizi izole etmek. Araya bu tür setler çekilince de kendinizi kamyon şöförü gibi hissetmeniz kaçınılmaz oluyor.

Tüm bunları, bir spor otomobil tutkununun bir cipten koşarak uzaklaşmasını öngörmek hiç de zor değildi. Yalnızca Range Rover’dan biraz daha kaliteli bir iç mekan ve az da olsa “Sport” kırıntılar barındıran bir sürüş beklemiştim…

Umutlar bir başka Range Rover’a kaldı.

Başta Sayın Ömer Akıncı olmak üzere, tüm Santana Otomotiv ekibine teşekkürlerimizle.

Yazı: And Mehmet ÇETİN

Faruk

Küçüklüğümden beri sahip olduğum otomobil aşkı zaman içinde beni Otopark ailesinin bir parçası haline getirdi. Aileye katıldığım ilk günden beri siteyle ilgilenmeye zevkle devam ediyorum...

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu